Yetmişli yıllarda feminizm neredeyse "erkeklere ölüm" fermanı kesecek derecede katı bir zirvedeydi. Bu ölçüde bir feminizm yüzyıllar boyunca kadının ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmesi ve hatta hukuk karşısında bile eşit muamemele görmemesinin sonucu bir tepki olarak ortaya çıktı. Feminizim eski sert tutumundan uzaklaştı. Artık birçok kadın feminist olmadığını söylüyor. Buna rağmen kadın ve erkek arasında bedensel bir farktan öte bir fark olmadığını söylüyor kadın erkek eşitliği taraftarları. Var olan bazı farkların da yetiştirmeye dayandığını söylüyorlar. Yalnızca erkeğin kazancının evi geçindirmek için yeterli olmamasının da sonucu olarak kadın çalışmak zorunda. Kadınlar hemen hemen erkeklerin çalıştığı bütün işlerde çalışıyorlar ve dışarıda erkekler kadar yoruluyorlar. Ancak buna rağmen kadınların iş dünyasında erkekler kadar hırslı olmadıklarını söylemek yanlış olmasa gerek. Hırslı olan kadınların da evlilik ve çocuk yetiştirmeye soğuk bakmaları kaçınılmaz oluyor. Kadınların kendilerinden daha çok kazanan erkeklerle evlenmek istemeleri ister yetiştirmeyle ilgili olsun isterse biyolojik ya da doğuştan bir gelen bir farktan kaynaklanıyor olsun göz önünde bulundurulması gereken bir gerçek. Kim ne derse desin erkek için en önemli stres kaynağı da ekonomik sorunlardır. Erkekler ekonomik bir krizden sonra kadınlar da çocuk doğurduktan sonra depresyona giriyorlar. İster kadın ve erkeğin eşit olduğuna inanın ister inanmayın, bütün mesele evde hangi işin kimin yapacağının önceden belirlenmesidir. Bir telefon faturasını iki kişi birden yatıramayacağına göre, bu işi bir kişi yapacaktır ve kimin yapacağı belli olsa iyi olur. Evin ekonomik yükünü tamamen erkek üstendi ise evde de eşitlik adına ondan ev işlerine eşit katılmasını beklemek adil olmasa gerektir. Ya da dışarıda eşit ölçüde çalışılan bir ailede kadının evdeki bütün işleri tek başına yapmak zorunda kalması pek adil değildir. Ancak kimin ne yapacağının bir standarda bağlamaya çalışmak bizim burada yapabileceğimiz bir şey değildir. En doğrusu kadın ve erkeğin kendi bilgi, beceri ve ilgilerine göre işleri paylaşmaları olacaktır. Daha sonra bir görevden sıkılan ya da yorulan bir eşin görev paylaşımını yeniden yapmak istemesinde de bir sakınca yok pek tabii ki.
Güç savaşı birçok evliliğin çökmesine neden oluyor. İster toplumsal ister içinde büyüdüğü aileden kaynaklanan nedenlerle ezilen -özellikle- kadınlar, adeta hayatlarını bu eziklikten kurtarmaya adıyorlar. Bunu farkına bile varmadan hayatlarının baş gayesi haline getiriyorlar. Evlilik ezildiğini düşünmesine neden olabilecek birçok fırsat içeriyor. Son kararı bazen bir kişinin vermesi gerekiyor. Her durumda her iki eşin de aynı fikirde olması her zaman mümkün değildir. Son kararı başkasının vermesi eşlerden birinin küçük düştüğünü hissetmesi anlamına gelebilir ve bu hiç de hoş olmayan bir kavgayla sonuçlanabilir.
Eşitlik ve baskınlık birbirinin tersi kavramlar olup birlikte değerlendirilmesinde fayda var. Eğer eşitlik varsa baskınlıktan söz edilemez, elbette eşitliği her iki tarafın da kabul etmesi şartıyla. Eşlerden birisinin kabul etmediği durumda eşitliği sağlamaya çalışan taraf bir güç savaşına girmek zorunda kalacaktır. Eşitlik içinde hayatın hemen bütün alanlarında eşit paylaşımı içeren genel bir kavramdır. Eşitliği sağlamak için körü körüne bir mücadele bireylerin farklılıklarını göz ardı edecektir. Eşlerden birinin evlilikteki bir iş için özel bir becerisi yada arzusu olabilir. Bu durumda bu görevin ona devredilmesi ancak diğer eşin de aynı işi yapmak için istekli olmaması durumunda sorun olmayacaktır.
Günümüzde kadın ve erkeğin eşit olduğunu değil, kadının üstün pozisyonda olduğunu düşünüyorum. Belki de bu nedenle erkeklerde “kim üstün görürüz” şeklinde ifade edilebilecek bir davranış bozukluğu ortaya çıkmıştır.
Kadın bir taraftan eşit olması gerektiğini düşünerek “erkek hakları” talep ederken, diğer taraftan sahiplenilme, beğenilme gibi kadınsı isteklerini de sürdürmekte. Peki, ayrıcalıklarını eşitlik adına terk eden erkek kadının bu fazladan talepleri karşısında “madem eşitiz o zaman başının çaresine bak” diyecek ya da bu istekleri de karşılamaya çalışacak ama diğer yandan içinde bir öfke biriktirecektir. Biriken öfkenin genellikle kadının gerçek anlamda yardımsız yapamayacağı gebelik ya da lohusalık döneminde dışa vurulduğunu görüyoruz. Adeta erkek daha önce yapamadığı yüzleştirmeyi, adeta bu gerçeklikle yani kendisine ihtiyaç duyduğunu reddedemeyeceği bir dönemde kendini geri çekerek yapmaktadır.
Bir hastam, çocuk sahibi olduktan sonra kısıtlandığını adeta kendisini kapana kısılmış gibi hissettiğini söylemişti. Daha önceleri sık sık eşiyle dışarıda yemeğe çıktıklarını artık bunu yapamıyor olduğu için rahatsızlık duyduğunu söylemişti. Aslında bir annenin yeni doğan bebekle adeta simbiyotik bir yaşam sürmesi son derece doğal bir süreçtir. Bebek neredeyse 24 saat boyunca annesine ihtiyaç duyar. Denilebilir ki hayatının ilk 6 ayında kendisiyle annesi arasındaki sınırlar neredeyse yoktur. Bu sayede hayata karşı temel güven duygusunu geliştirebilir. Bu dönemde ihtiyaçları karşılanan bebek ileride kendine güvenen ve dünyayı da güvenli bir yer olarak algılayan bireyler olabilirler. Anne açısından bakıldığında kendisine olan güvenini başka kimseye muhtaç olmamak şeklinde algılayan bir kadın bu dönemde aslında bebeğiyle beraber babaya destek için en muhtaç olduğu dönemdedir. Bazı kadınlar için bu dönem, bu nedenle yetersizlik duygusunun ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Günümüzde kadının ancak tıpkı bir erkek gibi çalıştığı takdirde ancak toplumun tam bir üyesi olabileceğine o kadar vurgu yapılmaktadır ki, anne olmak başkasına muhtaç hale gelerek toplumun tam bir üyesi olamayıp değersizleşmek olarak algılanabiliyor. Kadınların artık çocuk yapmaktan korkar hale gelmelerinin psikolojik bir nedeni de bu olsa gerek. Tabii ki suni olarak artan ihtiyaçlar nedeniyle artık ne kadar varlıklı olursa olsun aileler çocuklarının ihtiyaçlarını karşılayamayacaklarından o kadar korkuyorlar ki, bir belki en fazla iki çocuk sahibi oluyorlar.
Kaynaklar:
Two careers/one family: The promise of gender equality. Sage series on close relationships. Gilbert, Lucia Albino Thousand Oaks, CA, US: Sage Publications, Inc. (1993). xv, 152 pp.
RSS Facebook Twitter ilicMedia