Gardner ergen dönemdeki kızlar ve erkeklerin cinselliğe bakışlarındaki farklılığın tamamen sosyal faktörler tarafından belirlendiğine inanmadığını, cinsel rol farklılıklarında genetik kodlamanın önemli rol oynadığı söylüyor.
Gardner romantik aşk fenomeninde sosyal normların önemine değiniyor. Amerikan toplumunda aşk evlilik için en önemli faktör olarak değerlendiriliyor. Tarihte ve günümüzde çeşitli toplumlarda güç, zenginlik, soy ve anne babanın seçimleri gibi aşk dışındaki faktörler kiminle evlenileceğini belirlemiştir. Gardner Amerikan toplumunda ömründe hiç aşık olmadığını söyleyen kişiye eksik hatta talihsiz gözüyle bakıldığını söylüyor. Gençlerin arkadaşlarından birisi aşık olduğunda diğerlerinde aşık olmaya başladıklarını son yıllarda ergenlerde intiharın yaygınlaşmasına benzer şekilde aşkın da yaygınlaştığını ileri sürüyor. Aşkın tıpkı narkotik ilaçlar gibi kişiyi ağrılara duyarsızlaştırdığını, mesela düşünüldüğünde evliliğin ortaya çıkaracağı bir bakıma acıları hissetmemesine yol açtığını söylüyor. Hakkında en az şey bildiklerimizi genellikle en çok severiz. Birlikte zaman geçirildiğinde hele birlikte yaşamaya başlanıldığında romantik aşk duyguları azalmaya yüz tutar. Lavabodaki kıllar, tuvaletteki manzara, horultu vs karşısında duygular devam etmez. Romantik aşktaki psikopatolojik elementler eşlerin birdiğerinin güveninin sarsılmasına yol açabilir.
Hastalık ve aşk birbirine yakışmayan iki kelime ama "ya benimsin ya toprağın" ifadesi eğer aşkın ifadesi olarak kullanılabiliyorsa hastalıklı bir aşktan söz etmek yanlış olmasa gerek.
"Codependency, Sexuality, and Depression" kitabının yazarı kitabının ön sözünde şöyle söylüyor: "1987 yılında Fatal Attraction filmi gösterime girdiğinde, NorthShore Psikiyatri Hastanesi’nde karşılıklı bağımlılık programını henüz başlatmıştım. Filimde Michael Douglas’ın canlandırdığı karakter olan Dan, hafta sonu için karısı ve çocukları şehir dışına giden bir idarecidir. Bir iş toplantısında Alex (Glenn Close) ile karşılaşır ve neredeyse bütün hafta sonunu onunla yatakta geçirir. Alex bu ilişkinin yanlızca hafta sonu aşkı olduğunu kabul etmez. Dan’i adeta kovalar ve yaklaşımına cevap vermeyince de girerek daha yıkıcı olmaya başlar. Sonunda bir kasap bıçağı alır ve Dan’in karısını öldürmeye kalkar ama öldürülen kendisi olur.
Bu ters ilişkinin Dan’in hayatında yarattığı büyük sorun ürerinde çok düşündüm. Hatta karşılıklı bağımlılık sorunu olanların iyileşme çabaları sırasında karşılaşabilecekleri sorunları gösterebilecek çeşitli senaryolar kurarak bu film çerçevesinde bir ders işlenebileceğini düşündüm. Örneğin eğer Dan halihazırda evli olmasaydı, Alexle evlenebilirdi."
Karen Horney, Çağımızın Nevrotik Kişiliği adındaki kitabında sevginin kişinin bunaltıya karşı bir savunma mekanizması gibi rol oynayabileceğininden söz eder. “Bazı insanların en büyük istekleri sevilmek ve kabul görmektir; bunların bu isteklerinin ‘tatmin’i için yapmayakları şey yoktur.” Horney'e göre kişi dürtülerin normal niteliklerini reddetmemektedir ancak bunaltıya karşı güvenlik unsuru olarak kullanıldıklarında dürtüler bambaşka bir şey haline dönüşürler. “İtici güçlerin farklılığı, duygu ve davranışta da farklılık yaratır. Eğer bizi harekete geçiren tatmin olma isteğiyse, davranışlarımızda bir kendi kendiliğinden olma ve bir ayrım niteliği bulunacaktır. Yok eğer bizi harekete geçiren bunaltı ise, duygu ve edimlerimiz zorunlu ve ayrım gözetmeyen edimler olacaktır.”
“Ruh hastalıklarında sevgi özlemine pek sık rastlanır... İnsan, düşman olan ve tehdit eden bir dünya karşısında kendini çaresiz hissediyorsa, o zaman sevgi aramak herhangi bir yardım, kabul görme ve iyiliğe uzanmak için en mantıklı ve doğrudan doğruya yoldur... Sevgi arayan nevrotik kimse aslında çok az şey istemektedir; yani insanların kendisine şevkatli davranmalarını, öğüt vermelerini; onun kimsesiz, zararsız ve yalnız olduğunu, herkesi memnun etmek istediğini, kimsenin hislerini kırmak istemediğini anlamalarını ve takdir etmelerini beklemektedir. Onun bütün gördüğü ve duyduğu budur. Kendisinin duyarlılığının, birikmiş düşmanlıklarının, kesin isteklerinin kendi ilişkilerine ne derece müdahale ettiğini görememekte; başkaları üstünde yarattığı izlenimi ya da karşısındakilerin kendisine gösterdiği tepkiyi değerlendirememektedir. Bunun sonucunda, arkadaşlıklarının, evliliklerinin, aşk serüvenlerinin, mesleki ilişkilerinin neden bu kadar tatminsizlik verici olduğunu anlayamamaktadır. Sonunda başkalarının kabahatli ve düşüncesiz, kötü, vefasız olduklarını ya da anlayamadığı bir nedenle kendisinin sevilen bir insan olma yeteneğine sahip bulunmadığını düşünür. Böylece bir sevgi düşünü kovalar durur.”
Horney, nevrotik kişinin sevgi yeteneğinden yoksun oluşuna rağmen, başkalarının sevgisine çok ihtiyacı olduğunu söyler. Burada çok zor bir soruyla karşılaşır. Sevgi nedir? Sevgi ‘muhabbet’ verme ve alma yetisi şeklinde tanımlanagelmiştir ama çoğumuzun içinde hissettiği sevgi eğer sevme yeteneksizliğiyle birlikte bulunuyorsa bu tanım sevgiyi yeterince açıklamaz. Sorular devam eder: “Önemli olan, sevgiyi doğuran davranıştır. Ancak bu, başkalarına karşı olumlu temel bir davranışın belirtisi midir, yoksa, sözgelişi birinin bir insanı kaybedeceği korkusundan mı ya da başkasını eline geçirmek tutkusundan mı doğmuştur?” Sevginin ne olduğunu söylemek zordur. Sevginin ne olmadığını daha kolay söyleyebiliriz. Horney sevginin başka birini kendi belirli ihtiyaçlarını tatmin ettiği için (yani bir amaç için araç olarak) kullanılmasının sevgiyle bağdaşmayacağını söyler. [Normal bir insanın sevgiye ihtiyacı olmadığını söyleyemeyeceğimize göre hangi ihtiyaçların sevgiyle karşılanıyor olduğu normal ve patolojik sevgi arasındaki sınırı belirliyor olsa gerek®] Bir insanın sevilmesinin nedeni sevene hayran olması ise, eleştirici olmaya başladığında yani hayran olma görevini yerine getirememeye başladığında birdenbire terkedilebilir.
“Kuşkusuz, sevdiğimiz insandan bir şeyler isteriz: Tatmin, sadakat, yardım ve hatta gerekirse fadakarlık. Böyle istekleri belirtmek ve hatta bunlar için çaba harcamak, ruh sağlığının bir belirtisidir. ‘Sevgi’ ile ‘Hastalık derecesinde sevgi’ ihtiyacı arasındaki fark, sevgide sevme duygusunun önce geldiği, ruh hastasında ise ilk gelen duygunun güvenlik ihtiyacı olması ve sevme hayalinin ikinci dereceye düşmesidir.”
“Sevme yeteneksizliğinin bir diğer özelliği ise sevilenin kişiliğini, özelliklerini, sınırlarını, ihtiyaçlarını, isteklerini ve gelişmesini önemsememektir. Bir kadın, kocasına bağlı olduğunundan emin olabilir, ama yine de kocası zamanını işine, arkadaşlarına ya da meraklarına ayırdıkça ona gücenir, yakınır ve keyifsizlenir. Aşırı derecede koruyucu bir anne, çocuğunun mutluluğu için her şeyi yaptığına emindir, ama yine de çocuğun bağımsız gelişme ihtiyacını hiç önemsemez.”
"Sevgi ile karşılaşan nevrotik hasta, dıştan bir güvenlik hatta mutluluk duyabileceği halde, bu, içinde bir güvensizlik ve korku da yaratır. Kimsenin kendisini sevemeyeceğine baştan inanmış olduğu için, bu sevgiye kanmaz... Başkalarını gerçekten seven bir insan, başkalarının da kendisini sevebileceği konusunda kuşkuya düşmez.”
Sevgi gösterisi nevrotik insanda bağımlılık korkusu uyandırabilir. “Duygusal bağımlılık, başkalarının sevgisi olmadan yaşayamayanlar için gerçek bir tehlikedir. Buna benzer en küçük bir şey, onlarda büyük bir karşı koyma çabası uyandırır. Bu tip bir insan, ne olursa olsun, kendisi olumlu bir duygusal karşılık veremez, çünkü bu karşılık bağımlılık tehlikesini ortaya çıkaracaktır. Bunu önlemek için, başkalarının yardımsever olduklarının bilincine karşı kayıtsız kalmalı ve onların şefkatsiz kimseler oldukları yolundaki duygularında ısrar etmelidir. Bu durum, açlıktan ölmek üzere olan, fakat kendisine verilen yiyeceği zehirlidir korkusuyla kabul etmeye cesaret edemeyen insanın durumuna benzer.”
Balint gerçek bir aşk ilişkisinin cinsel yönden tatmine ek olarak idealizasyon, şevkat ve identifikasyonun özel bir çeşidini içerdiğini ileri sürüyor (1948, s. 218). İyi bir aşk ilişkisinin idealizasyon olmadan da gelişebileceği konusunda Freud’la (1912) aynı fikirde. İdealizasyon, pek çok durumda tatmin edici bir aşk ilişkisinin gelişmesine yardım olmaktan çok engel olabilir. “İdentifikasyonun özel çeşidi”nde -Balint buna “genital identifikasyon” diyor- kişi partnerinin sahip olduğu veya olduğunu düşündüğü ilgiler, istekler, duygular, hassasiyet ve eksikliklere, kendisindeki bu özelliklerle aynı önemi verir. Balint şevkate özel bir önem veriyor ve pregenital eğilimlerin bir türevi olarak görüyor. “Uzun, kalıcı ilgi ve minnettarlık duygularına duyulan istek, bizi sevkatli aşkın arkaik infantil çeşidine bizi hiç geri dönmememecesine regrese olmaya zorlar.” Kısaca Balint genital aşkın genital tatminle pregenital şevkatin bir füzyonu olduğuna ve genital identifikasyonun bu füzyonun bir ifadesi olduğuna inanır.
Rollo May olgun aşkın özelliklerini tanımlarken şevkat ve ilgi gösterebilme yetileri arasındaki bağlantıyı vurguluyor. Cinsel identifikasyon yetisinin kendi kimliğini kaybetmeden tam identifikasyon yapabilmek için temel koşul olduğunu söylüyor.....
Wisdom, Melanie Klein’ın depresif durum teorisinin erişkin aşkının temel öğelerini, tamamını olmasa da açıkladığını söylüyor. Wisdom, aşktaki normal idealizasyonun, idealize objeyi kötüyü tamamen bölerek iyi kılma yoluyla değil, objenin kötü kısmını onarma yoluyla nötralize ederek gerçekleştiğini söylüyor.
Kernberg, kişinin seveceği ve hayatını birlikte geçireceği kişiyi olgun bir şekilde seçerken, aşk ve yakınlık ihtiyaçlarının tatminine ek olarak olgun ideallerin, değer yargılarının değerlendirilmesinin ve hedeflerin hesaba katılmasının hayata daha geniş bir anlam verdiğini söylüyor (s.221). Böyle bir durumda idealizasyonun var olup olmadığı sorulacak olursa, seçilen kişinin ulaşılmaya çabalanan ideale uygunluğu söz konusu olduğunda böyle bir seçimde üstünlüğün (seçilen kişiyi üstün olarak görme) rol oynaması, o kişiyle ilişkideki yaşam tarzına bir bağlılıktan doğal olarak ortaya çıkan bağlılık ve teslimiyetin söz konusu olması yani idealizasyonun bulunduğu söylenebilir.
Anlamlı bir cinsel ilişkide Kernberg’e göre eşler birbirlerini “saf cinsel objeler” olarak kullanırlar.
Normal ergenin aşık olabilebilmesi için ego kimliğini (ego identity) kazanmış olması gerekir ki bu tam obje ilişkisi kapasitesinin gelişmiş olduğunu gösterir.
Cinsel ilişkide karşıdakini yanlızca bir cinsel obje olarak görebilme ve partnerinin de kendisini aynı şekilde kullandığını bilme ve buna empati olgun bir aşktaki cinsel ilişkide bulunmalı mı? Eğer fantazilerinde bile başkasını düşünmemesi gerektiğini söylüyorsa o kişi hakkında ne düşüneceğiz? Çünki o anda mademki bencilce sex düşünülmeli, bu durumdaki kişinin tam bir füzyon amaçladığını ve kendi kişiliğini de eritmek üzere birlikte olmak istediğini söyleyebilir miyiz? Böyle bir aşk olgun bir aşk değildir o zaman. Kendi kimliğini kaybetmeden başkasını kabul etmek olgun aşk ise. Fiziksel çekiciliğin önem kazandığı durumda tam bir aşktan söz edilebilir mi? Tam bir cinsel tatmin için partnerin cinsel çekiciliği gerçekten olmazsa olmaz birşey ise o zaman aşığında çekicilik arayan kişiyi de haklı görmek gerekecek. Çünki idealleriyle birlikte fiziksel bir gerçekliği de gözden uzak tutmuyor. Ama fiziksel çekiciliğin arzulanması ne kadar bu gerçekten ne kadar başka zaaflardan kaynaklanıyor?
“Sahip olmak” ve “olmak” açılarından bakınca, sevmenin de ikili bir anlamı olduğunu görüyoruz. Sevgiye sahip olunabilir mi? Eğer bu olabilseydi, sevginin maddesel bir biçim alması ve onu alıp, saklamanın mümkün olması gerekirdi. Ama gerçek odur ki, sevgi böyle bir “şey” değildir. Sevgi bir soyutlamadır. Belki garip bir varlık, belki de kimsenin göremediği bir Tanrıça. Gerçekte var olan, sevme eylemidir. Sevmek, yaratıcı bir etkinliktir. Bir insana (ya da şeye) ilgi duymayı, onu tanımak istemeyi, onu anlamayı, doğrulamayı ve onun yanındayken sevinç duyabilmeyi doğurur. Bu ister bir insan, ister bir resim, isterse bir ağaç olsun, sevme eyleminin özellikleri hiç değişmez. Sevmek, sevilen insanı (ya da şeyi) canlandırmak, onun yaşam duygusunu arttırmak anlamına gelir. Aynı zamanda, kişinin kendisini de canlandıran, yenileyen ve hareketlendiren bir süreçtir.
Eğer sevgi, “sahip olmak” türünde ele alınacak olursa, kendinin kılmak, denetimi altında tutmak anlamlarına gelecek ve böylece de canlandırmak ve hareketlendirmek yerine, boğucu, engelleyici ve kısırlaştırıcı bir eylem haline dönüşecektir. Çoğu kez aşk olarak belirtilen şey, sevme beceriksizliğini ve sevememeyi ve sevememeyi gizlemek için kullanılan maskeden başka bir şey değildir. Bu konuda hâlâ aydınlatılamamış olan bir konu da, anne ve babaların çocuklarına karşı duydukları sevgidir. Batı kültürlerinin son iki yüzyıllık tarihinde sık sık rastlanan, çocuklara karşı fiziksel ve ruhsal olarak kötü davranma, eziyet etme ve dayak atma gibi olayların, giderek sadizme dek varması öylesine korkunçtur ki, insanın sevgi dolu anne ve babaların yalnızca bir istisna olduğuna inanası geliyor.
Evlilikte de aynı şeyler söz konusudur. Sevgiye ya da geleneksel evliliklerdeki gibi toplumsal göreneklere ve alışkanlıklara dayalı evliliklere dikkatle bakacak olursak, birbirini gerçekten seven çiftlerin azınlıkta olduğunu hemen farkederiz. Toplumsal görev duygusu, gelenekler, karşılıklı ekonomik çıkarlar, çocuklara olan ortak ilgi, karşılıklı bağımlılık ya da korku, bazen de birbirine duyulan nefret, genellikle “sevgi” olarak yaşanmaktadır. Eşlerden birinin ya da ikisinin birden birbirlerini hiç sevmediklerini, belki de hiç sevmemiş olduklarını anlayana dek, bu böyle sürüp gitmektedir. Günümüzde bu konuda bazı olumlu gelişmeler olduğunu hemen ekleyeyim. İnsanlar eskiye oranla daha uyanık ve gerçekçi oldular. En azından cinsel çekicilik ve cinsel tutku ile sevgiyi birbirine karıştırmayanların sayısında artma olduğu bir gerçek. Dostane ve sınırlı grup ilişkisi de artık aşk sayılmıyor. Bu gelişmeler, insanlar arasında eskiye oranla dürüstlüğün artmasına ve sık sık eş değişme eğiliminin yaygınlaşmasına yol açtılar. Ama ne yazık ki bu yeni anlayış da, sevginin yaşanması konusunda eskisinden üstün bir toplum yaratamadı.
“Aşık olmak”ın, nasıl olup da “aşka sahip olmak” yanılgısına dönüştüğünü, herhangi iki sevgilinin gelişimlerine bakarak izleyebiliriz.... Aşkın ilk dönemlerinde her iki taraf da, diğerinden emin olamadığı için dikkatlidir ve öbürünün kalbini kazanabilmeye çalışır. Canlı, hareketli, ilgi çekici ve bu canlılıkları yüzlerine yansıdığı için de güzeldirler. İkisi de birbirlerine sahip olmadıklarından, enerjilerini olmaya, yani vermeye ve karşı tarafı canlandırmaya yöneltmişlerdir.
Bu durum, çoğu kez evlilikten sonra değişiverir. Evlilik sözleşmesiyle eşler birbirlerinin bedenleri, duyguları ve ilgi alanları üzerinde hak sahibi olurlar. Artık kazanılması gereken kimse yoktur. Çünkü sevgi sahip onunabilecek bir nesne, bir mülkiyet haline gelmiştir.
İki taraf da, sevgiye değer olmaya, sevgiyi canlandırmaya çaba göstermemeye başlayınca, herşey can sıkıcı olur ve güzellikler yitirilir. Hayal kırıklığına uğrayan eşler çaresizdirler. Kendilerine “başlangıçta bir hata mı yapmıştık? Yoksa karşımızdakini tanıyamamış mıydık? Veya ben mi değiştim? gibi sorular soran eşler, genellikle karşı tarafı suçlu bulup, kendilerini aldatılmış hissederler. Anlayamadıkları şey, artık ilk zamanlardaki gibi birbirlerini seven insanlar olmadıklarıdır. Sevgiye sahip olabileceklerini sanma hataları, onların birbirlerini sevmelerine engel olup sevgiyi yok etmiştir. İşte bir kez bu düzeye gelince, çiftler yeniden sevebilmeyi denemek yerine, sahip oldukları ortak şeylere yönelirler. Para, toplumsal yer, ev, çocuklar gibi konular sevginin yerini alır ve evlilik böylece çoğu kez, dostane bir mülkiyet ortaklığına dönüşür. İçine kapalı, bencil ve birbirinden kopuk iki kişinin bu beraberliğine de yanlış bir tanımla “aile” denir.
Bazı durumlarda eşler, ilk dönemlerdeki o güzel duygularının canlanması özlemi ile, yeni eşler edinirlerse bu duyguların yeniden gündeme geleceği hayaline kaptırırlar kendilerini. Sevgiden başka bir şey istemeyen bu kişiler için aslında sevgi, kendi benliklerinin bir ifadesi değil, bir put ya da kendilerini adamak istedikleri bir Tanrıça’dır. Bu gerçeği, yani eski bir Fransız şarkısında söylendiği gibi “sevginin, özgürlüğün çocuğu olduğunu” farkedemedikleri sürece, başarısız kalmaya mahkûmdurlar. Sevgi Tanrıçası’nın tapınıcıları sonuçta öylesine bir pasiviteye düşerler ki, her şey can sıkıcı gelmeye başlar ve o ilk zamanlardaki çekici gelen şeyler, tiksindirici hale gelirler.
Yukarıdaki açıklamalara rağmen, yine de belirtmeliyim ki birbirlerini seven iki insan için en iyi çözüm, evliliktir. Sorunu yaratan evlilik değil, evlenen kişilerin karakter yapıları ile içinde yaşanılan toplumun kuralları ve değer yargılarıdır. Birlikte yaşamanın modern biçimlerinin, yani grup evliliği, eş değiştirme, grup seksi gibi uygulamaların savunucusu olanlar, benim anlayabildiğim kadarıyla, sevgide başarısız kalışlarını değişik çabalarla örtmeye çalışmaktadırlar. Gerçekten sevmeyi, onu yaratıcı bir eylem olarak görmeyi başaramayınca, içine düştükleri hayal kırıklığı ve can sıkıntısını, yeni tahrikler yaratarak unutmaya çalışan böyleleri, ne kadar değişik yol uygulasalar ve ilişkiye girdikleri insan sayısını ne kadar arttırsalar da, gerçek sevgiye ve onun vereceği hazza ya da mutluluğa bir türlü ulaşamazlar.”
Gerçek kendiliği kusurlu olan birisi için dostane ilişkiler korkutucudur. Kaçınılmaz olarak borderline ve narsisistik kişilikli bireyler sağlıklı ilişkilere giremez ve devam ettiremezler. Dostluk sağlıklı insanın kendisi hakkındaki en derin, en gerçek ve en doğru şeyleri ortaya koyduğu bir ilişki biçimidir. Dostluğu iki insanın yakın ve devamlı bir ilişki sürecinde birbirlerinin gerçek kendiliklerine duygu ve bilgilerini sunabilme becerisi olarak tanımlayabilirim.
Sonuç olarak başka bir insanı sürekli ve karşılıklı olarak tatmin edici bir ilişki içinde sevebilmek için gerçek kendiliğin ortaya gelişmesi hayati önem taşır. Anneden otonominin alınması ve onun destek ve onayından emin bir şekilde, kendini özgürce harekete geçirebilme ve ifade edebilme yeteneği, sevgi dolu bir ilişkiyi sürdürebilmesi için yeterince sağlam ve güvenli bir egonun gelişimi için elzemdir. Sevilen kişiyi iyi ve kötü özellikle birlikte algılayabilme, yalnız kalabilme ve bir başkasına sahte olmayan bir ilgi gösterebilme kapasitesi, anksiyete ve depresyonu tolere edebilme, yutulma ve terkedilme korkusu olmadan kendini bir başkasına duygusal olarak adayabilme kapasitesi özellikle gereklidir.
Dostluğa önünde aşılması o kadar da kolay olmayan iki gelişimsel eşik vardır: gelişimin ayrılma / bireyselleşme dönemi ve ödipal dönem. Yaşamın ilk üç yılında çocuk anneyle simbiyotik bağından ayrılıp bireyselleştiğinde ilk eşik aşılmış olur. Bu bireyselleşme başarıyla gerçekleşirse, anneyle çocuk arasında meydana gelen karşılıklı güven ilişkisi, sağlıklı gelişim için gerekli olan destek ve cesaretlendirmeye hakkı olduğu duygusu için temel oluşturur. Çocuğun ruhsal dünyasında kökleri atılmış olan güven duygusunun büyüyüp büyümemesi çevrenin destek sağlayıp sağlamamasıyla belirlenir. Anne çocuk arasındaki bu dönemdeki duygusal oyun daha sonraki duygusal ilişkilerdeki doğal tarzı belirler. Bu dönemden hepimiz az çok yara alarak çıktığımız için, çoğumuz güven ve dostluk gerekli kapasiteye tamamına sahip olmadan büyürüz.
Anne babasını bütün ve ayrı bireyler olarak görebilme kapasitesini kazanmış olan çocuk, karşı cinsteki ebeveyniyle olan ilişkisine cinsel bir boyut eklediğinde ve aynı cinsteki ebeveyniyle rekabete girdiğinde, dostluğun önündeki ödipal eşiğe gelmiş olur. İzleyen latans döneminde bu duygular ergenlikte tekrar gündeme gelmek üzere gizlenir. Ergenlik döneminde bilinçdışı ödipal çatışmalar cinsel dürtülerin arkadaşlara yöneltilmesiyle işlenir. Ergenin duygusal tarzı anneden ayrıldığı erken yıllardaki duygusallığa benzer, ilişkinin cinsel doğası da ödipal dönemden köken almaktadır. Duygusal yakınlık ve cinselliği uygun bir biçimde entegre etmek ergenin birincil psikolojik görevidir.
Ergenlik romantizminin iki amaca hizmet eder: diğerleriyle ilişkisindeki cinsel kimliği kurmak; ve kendisini çeken ve duygularını harekete geçiren insan tipini belirlemek. Ergenin sağlıklı bir gerçek kendiliği varsa, bu girişimler uygun olan ve heriki tarafın gerçek kendiliklerini destekleyen ve kuvvetlendiren karşılıklı verme- alma ilişkisinin kurulabileceği nihaî partnerini belirleyebilecektir.
Aşkın pekçok tanımı ve çeşitleri olmasına karşın gerçek kendilik ve gelişimi açısından tanımlanacak olursa, aşk bir başkasının gerçek kendiliğini sıcak, duygusal bir biçimde, şart koşmadan tanımak ve eşin iyiliğini kendi iyiliği kadar gözetecek şekilde ilişkiyi kuvvetlendiren cinsel arzunun tadına varmaktır. Aşık olmak bir diğerinin gerçek kendiliğini sevmek, tasdik etmek ve desteklemek, diğerini gerçek kendiliğini canlandırması, dışa vurması ve geliştirmesi için cesaretlendirmeye çalışmaktır.
Dostane ve sevgi dolu bir ilişki kurmak, erişkin olarak kendiliğin esas yalnızlık ve izolasyonuyla başetme yolumuzdur. Anneyle o ilk yakın simbiyotik ilişkinin izleri hafızamızda ve ruhumuzda her zaman kalacağından, böyle bir ilişki olmadan gerçek kendilik bir ölçüye kadar gerçekleşmemiş ve eksik kalacaktır.
Hiç bir erkek veya kadın mükemmel değildir, bu nedenle hiçbirimiz mükemmel ilişki ve mükemmel aşk diye hayal ettiğimiz şeyi yaşayamayız. Herbirimiz kendimize özgü yollarla eksiklik ve sınırlılıklarımızı kabul etmek istemeyiz. Aşık olma ve verme arzusu sıklıkla bizi aşar ve hayal kırıklığımızı rasyonalizasyon (usavurma) ile hafifletmeye çalışırız.
Gerçek dostluk iki kişinin kendini harekete geçirme (self- activation) ve kendini ifade etmeye dayanan ilk üvertürleriyle başlar. Bu ilk karşılaşmada aldığımız cevapları inceler ve karşımızdakinin gerçek kendiliğimizi takdir edip etmediğine bakarız. Geri bildirim olumluysa, duygusal ve cinsel duygular genellikle yoğunlaşır ve her iki kişi bütün diğer alanlarda da giderek artan bir yakınlaşma isteği duyarlar. Katılımın derinliği ve hızı eşlerin bu deneysel sürece nasıl cevap verdiğiyle ilgilidir. Eğer süreç işlerse taraflar birbirlerinin gerçek kendiliklerini sevmeye, onaylamaya ve ifadelerine cevap vermeye başlarlar. Zamanla her iki tarafın birleşimi tek tek bireylerin toplamından fazla bir şey olur; gerçek kendilikleri bütünlük ve tamamlık duygusu yaşar. Çift gerçek dostluğa erişmiştir.
Dostluğun bir çift için tamam olduğunu düşündüren pek çok illüzyon vardır. Yakından bakıldığında ise gerçek kendilikler yerine yanlış kendilikler arasında patolojik bir kontrat olduğu görülebilir. Bunun iyi bir örneği çevresindekilere niçin halen birlikte olduklarını sorduracak kadar sürekli kavga edip duran eşlerin durumudur. Niçin birliktedirler? Çünkü sürekli kavga etmektedirler. Bu tarz onların birlikte olabilmelerini sağlamaktadır. Klasik örnek uzak ve onaylamayan anne baba imajlarını birbirlerine projekte eden iki borderline’ın ilişkisidir. Böylelikle intrapsişik depresyonu yaşamaktanda kişiler arasında çatışma yaşamayı tercih ederler. Yanlış kendiliklerinin ihtiyaçları karşılanmaktadır. Borderline ve narsisistik hastaların terapisinde yanlış kendiliklerin işleyen ilişkilerinin ardındaki patoloji görülebilir. Bir hasta yeni bir sevgili bulduğunu ve ilişkinin sorunsuz ve rahat yürüdüğünü söylediğinde yeni sevgilinin hasta için uygun olmadığını düşünürüm. Yeni ilişkiyi eğlenceli fakat anksiyeteye yol açtığını söylüyorsa bu sevgilinin uzun vadede daha uygun ve daha iyi olduğunu düşünürüm. Çünkü hastanın eski defanslarıyla meydan okunmaktadır ve hastayı gerçek kendiliği doğrultusunda davranmaya zorlamaktadır. Anksiyete vardır. Çünki borderline ve narsisistik hastalar yanlış kendiliklerinin savunmalarını bırakarak gerçekçi bir düzeyde ilişki kuramazlar; bu onların kaçmak için mücadele ettikleri anksiyete ve depresyon duygularına maruz bırakır.
Borderline bir aşık kalıcı bir ilişkiyi sürdüremez, çünki sevgilisini bir yandan ödüllendirici ve tatmin edici, diğer yandan geriye çekilen ve hayal kırıklığına uğratan olarak iki yönlü görmektedir. Hataları ve meziyetleri aynı anda barındıran birisi olarak göremez. Diğer insanları bütün ve devamlılığı olan objeler olarak göremeyen kişi objenin fiziksel olarak bulunmadığı durumlarda o kişinin imajını canlandıramaz. Sevgiliden mahrum edilmiş duygusunu yaşayan kişi, terkedilme, sevgilinin gerçekten yokolduğu veya bir daha gelmeyeceği korkularını yaşar. Tersine, ilişkinin gerçekten bittiği durumda ise, kaybın veya ayrılığın yasını sağlıklı ve katartik bir şekilde yaşayamaz ve arkasına atamaz. Bir çocuk olarak hiç bir zaman tam olarak anneden ayrılmamış yani kayıp yaşamamış ve bir kaybın yasını tutma ve iyileşme becerisini hiç bir zaman geliştirememiştir.
Gerçek selfi ciddi olarak örselenmiş birisinde yakınlaşma, yutulma veya terkedilme korkularını harekete geçirir. Çok yakınlaşırsa simbiyotik girdaba çekilme duyguları yoğunlaşır. Çok uzaklaşırsa bu kez terkedilme korkunç bir hayal gibi karşısına dikilir.
İntrapsişik açıdan bakıldığında borderline birisi kimliğinin devamı için muhtaç olduğu kendi imajını kaybetme veya yine kimliğinin bir parçası olan anne objesinin imajını kaybetme korkusu yaşar. Ayrılma ve bireyselleşme çabasının hangi aşamada aksadığına göre yutulma ve terkedilme korkuları borderline’da bulunabilir. Ego sınırları sağlamlaşmadan önceki aşamada aksama varsa, yutulma korkusu; daha sonraki aşamada aksama varsa terkedilme korkusu baskındır. Borderline’lar sıkı sıkıya tutunma (yapışma) ve mesafeli olma gibi ilkel savunma mekanizmalarını aşırı ve değişken biçimde kullanırlar. Anneden ayrılma döneminde hangi mekanizma kullanıldıysa kişilerarası ilişkilerde de baskın olarak o mekanizma kullanılır.
Yapışma mekanizmasını kullanan erişkin anneyle tekrar birleşme isteğini sevgiliye yansıtmaktadır. Bu istek ilginin odağında olma fantazisi ve diğer kişinin su katılmamış ve devamlı takdirini beklemeyi içerir. Borderline bu isteğinin ne kadar imkansız olduğu gerçeğini inkar eder ve tolere edilmesi zor bir istek olduğunu farketmez. Uzak durmayı bir savunma mekanizması olarak kullanan erişkin ilişki kurmanın imkansız olmasa da zor olduğu kişilik özelliklerinin bulunduğu birisini partner olarak seçer. Bu soğuk, bencil çok meşgul, fiziksel beya psikolojik olarak kötüye kullanan böylelikle borderline kişinin uzakta kalma davranışına imkan tanıyan birisidir. Yakınlığın duygusal ovasında bir çin seddi kurulamaz. Sevgi objesinin bir düşman gibi duvarlar arkasında tutulamaz. Eninde sonunda kaçınılmaz olan yakınlık savunma mekanizmalarını tehdit eder ve bozuk olan gerçek kendiliği gerçek bir duygusal katılıma zorlar. Bu noktada bozuk gerçek kendilik bu becerinin kendisinde bulunmadığını farkeder.
Yakın bir ilişki kendi içinde ayrılma\bireyselleşme stresini barındırır. Gelişebilmesi için kendini aktive etme ve otonomiye ihtiyacı vardır çünki. Pekçok borderline’nın bilinçdışı bir taktiği çocukluk aşkıyla evlenmektir. Liseden hemen sonra veya üniversite yıllarında evlenilerek kendisini rahat hissettiği çocukluk tarzını korumuş olur. Mezuniyet sonrası kendisini daha çok bireyselleşme ve erişkin sorumluluklarının beklediği bir dünyaya girmesi gerekecektir. (Çocukluk aşkıyla evlenen herkezin bu nedenle evlenmediğini de belirtelim.)
Pekçok borderline ancak kısmen ulaşabileceği bir partner bulur kendine. Uzaklarda yaşayan, yalnızca hafta sonlarında birlikte olabileceği, çok çalışan veya evli birini. Halbuki bunlar normal birisi için sürekli bir ilişkinin kurulamayacağının göstergesi olabilecek özelliklerdir. Borderline’lar birbirlerini bulurlar, ilişki kolaylıkla başlar ama farkına varmadan çıkmaz bir sokağa sonu olmayan bir ilişkiye girilmiştir. İlişkinin geleceğinin olmaması borderline’lar için özellikle çekicidir. Birbirleriyle gerçekçi düzeyde ilişki kurmak zorunluluğundan kurtulmuşlardır. Gerçek kendiliklerinin aktive olmasıyla ortaya çıkacak olan ayrılma anksiyetesinden de böylelikle kurtulmuş olurlar. Biribirleriyle ilgili faztaziler kurma ve romantik duygulara dalma özgürlüklerini vardır artık. Borderline’lar yoğun cinsel yaşantıların bulunduğu dönemler de yaşarlar. Bu bir bakıma gerçek yakınlığı maskeler ve borderline’na ilişkinin yolunda gittiğini düşündürür. Aynı tarzda çok farklı yaşantılar olabilir. Kimi duygusallık yaşamadığı biriyle cinsel birliktelik yaşar. Bir diğeri ancak cinselliği yaşamadıklarıyla ciddi bir ilişki kurabilir ve cinsellik gündeme geldiğinde ilgisini kaybeder. Bazıları ise hiç gelecek vadetmeyen bir gecelik ilişkiler yaşar.
Bir ilişkide erken dönemde seks yaşanmaya başlanırsa veya cinsel bir ilişki olarak başlarsa, gerçek yakınlığın kurulması için gerekli olan deneysel süreç yaşanmaz. Seksin eşleri birbirleriyle ilgili gerçeklere kör etme gücü vardır. Eşler birlikte nasıl fonksiyon gösterdiklerini keşfedemezler, bilgiye ve anlamaya dayalı dürüst bir bağlanma için önemli olan pozitif ve negatif yanlarını inceleyip bulamazlar. Bu test etme süreci anksiyete ve endişe doğurucu olabilir. Ancak, sağlıklı bireyler kendileri ve potansiyel partnerleri hakkında zamanla daha çok şey öğrendiklerini bilerek bu test etme ve edilme sürecini tolere edebilirler.
Akıldan çıkarmamak gerekir ki herhangi bir ilişkinin başlangıcının romantik ve heyecan verici olmasının sebebi istisnasız yeni partnerimiz hakkında çok az şey bilmemizdir. Bilinmeyenlerin çokluğu cinselliğin de kuvvetlendirdiği, bütün heyecan verici fantaziler için geniş bir alan yaratmaktadır. Biribirimizi tanıdıkça heyecan azalır ve ilişki fantaziden gerçeğe döner. Bu noktada, ilişkinin devam edebilmesi için gerçek kendiliğin katılması ve kendini vermesi gereklidir. Yoksa yanlış kendiliğin savunma mekanizmaları tarafından patolojik bir ilişkiye dönüştürülür.
Borderline aşık olduğunda yakınlaşma zorunluluğu uzak durma mekanizmasını terketmeye zorlar ve gerçek kendiliği harekete geçirir. Gerçek kendilik ilişkinin yürümesi için gerekli becerilerden yoksundur. Bir savunmaya başvurmadan yakın ilişkiyi kurmaları zordur. Yapışma mekanizmasına başvurulur ki bu bir çeşit çaresizlik durumudur. Kısa zamanda çaresizlik yaşamlarının bütün alanlarına yansır. Daha önce işinde, kariyerinde başarılı olan borderline bu alanda da performanslarını kaybederler. Halbuki sağlıklı bir birey için aşık olmak performansı arttırır. Kendisi hakkında iyi şeyler hissetmek işine de yansır.
Aşırı bağlanma borderline kişinin ilişkilerinde hemen başlangışta kendini gösteren bir davranışdır. Kişi yeni sevgilisiyle aşırı bir şekilde uğraşır onun her kelimesi, mimik veya jestlerine karşı hassastır. Özel ve devamlı bir ilgi bekler ve bu ilgisi karşılıksız kalırsa duygusu öfkeye döner. Bu yoğun ilişkisi gerçek veya hayali herhangi bir sebeple kesintiye uğrarsa yoğun bir anksiyete duyar. Borderline bir kadın genellikle sevgilisinin niçin aramadığı veya gelmediği konusunda obsesif bir endişe duyar.
Psikoanalizin doğuşuna dek aşk, aşık olan kişide aranılan özellikler gibi konularda filozof ve edebiyatçılar söz söylemişlerdir. Freud, edebî yazarın diğer insanların kafasının içindekini gizli dürtüleri hissetmesini sağlayan hassasiyeti, kendi bilinçdışını ifade etme cesaretinin onu aşk üzerinde söz söylemeye yetkili kıldığını ancak estetik kaygı ve duygusallığın gerçeği değiştirmeden aktarmasını engellediğini, psikoanalizin ise zevk prensibiyle hareket etmediğini bu nedenle gerçeğe daha yakın bir açıklama getireceğini söylüyor. Sürekli olarak evli, nişanlı veya arkadaşı olan kadınlara aşık olan, başkasına ait olmayan kadınları ise görmezlikten gelen hatta reddeden bir erkeğin, tekrarlayan bu seçiminin psişik kaynağının normal insanların aşklarıyla aynı şekilde annenin şefkatli duygularına fiksasyondan kaynaklandığını söylüyor. Normal aşkta, annenin yanlızca bazı özelliklerinin obje seçiminde rol oynar. Genç bir erkeğin olgun kadınları tercih etmesinde olduğu gibi. Bu durumda libidonun anneden kopması görece olarak daha hızlı olurken, yukarıdaki örnekteki gibi bir obje seçiminde, libido çok uzun süre anneye bağlı kalmaya devam eder. Anneye ait özellikler, daha sonra seçilen aşk objelerinde görülmeye devam ederler. Öyle ki bu objeler birer anne vekili olurlar. Freud bunu zor bir doğum sırasında çocuğun kafasının pelvisin en dar yerine göre şekil almasına benzetiyor. Bu vekil hiç bir zaman arzulanan tatmini sağlayamamasından dolayı bu seçme tarzı sonsuz seriler halinde devam eder.
"Böylece yıkımlar bana düşünmeyi öğretti,
Zamanın gelip aşkımı götüreceğini.
Bu düşünce ölüm gibi, değiştirilemez
Yalnızca ağlar, yitirmekten korktuğuna sahip olduğu için."
Yaratma cesareti kitabında Rollo May, Shakespeare’in 64'üncü sonesinin sonundaki dört mısradan yola çıkarak, yok olacağını bile bile aşık olmayı sorgular ve şöyle der: “Eğer toplumumuzun mantığını kabul etmek üzere yetiştirildiyseniz, sorarsınız: “Niçin aşkına ‘sahip olduğu için ağlasın’? Niye aşkının keyfini çıkarmıyor?” Mantığımız bizi durmadan uymaya itiyor -deli bir dünyaya ve deli bir yaşama uymaya. Daha da kötüsü, kendimizi burada Shakespeare’in ifade ettiği deneyimin engin derinliklerini anlamaktan anlamaktan engellemiş oluyoruz.
Hepimizin böyle yaşantıları oldu, ama eğilimimiz bu deneyimlerin üstünü örtmeye yöneliyor. Baktığımız güz ağacı göz alıcı renkleriyle öyle güzeldir ki, gözlerimizin yaşardığını hissederiz; ya da duyduğumuz müzik öylesine hoştur ki varlığımızı bir hüzün bürüyüverir. Ağacı hiç görmemiş ya da müziği hiç duymamış olmanın belki daha iyi olduğu, bu soysuz düşünce, bilincimize sürünerek sokulur. O zaman bu huzur kaçıran paradoksla yüzleşmemiş olurduk - “zamanın gelip aşkımı götüreceğini” bilmenin paradoksuyla; sevdiğimiz herşey ölecek. Oysa insan olmanın özü budur, dönmekte olan bu gezegenin üzerinde varolmakta olduğumuz şu kısa anda, zamanın ve ölümün sonunda hepimizden hakkını alacağı gerçeğine karşın bazı insanları ve şeyleri sevebiliriz. Kısa anı uzatmayı arzulamak, ölümümüzü bir sene kadar daha ertelemek anlaşılabilir mutlaka. Ancak bu erteleme, duraklamaya ve sonunda savaşı yitirmeye bir bağlanmadır da.” Rollo May’e göre ölümümüzün ötesine ulaşabilmenin yolu yaratıcı edimdir. [Aşkın bu sonlu dünyada bir kaçış olduğu düşüncesi geliyor aklıma. Aşkın insanın yaratıcılığını ve üretkenliğini arttırması ve Rollo May’in yaratıcılığı ölüm ötesine ulaşmanın bir çaresi olarak görüşü arasında bir ilişki kurulabilir belki de. MAE]
Eric Ericson’a göre insanın sekiz çağından ilki olan temel güven güvensizlikte temel güvenin oluşmasında rol oynayan introjeksiyon ve projeksiyon mekanizmaları ki bu mekanizmaları içimizde en derindeki ve en tehlikeli savunma mekanizmaları olarak nitelendiriyor, erişkinlikteki aşk krizlerinde tekrar aktive olduyor. İntrojeksiyon ile dışarıdaki bir iyiliği içimizdeymiş gibi hisseder ve içimizde sürekliliği olan bir şey gibi yaşarız. [Erişkin aşığın içselleştirdiği sürekliliği olan iyi nesneleri olmayan birisi ise sevgiliyi en azından dış sürekliliği olan bir nesne olarak sürekli yanında olmasını isteyecektir. MAE]
Kaynaklar:
Freud Sigmund; A special type of choice of object made by men, The Standard Edition of The Complete Psychological works of Sigmund Freud, Volume XI, The Hogarth Press, London 1964.
Masterson James F; The Search for the Real Self, The Free Press, New York 1990.
Rollo May; Yaratma Cesareti, Metis Yayınları, Çev. Alper Oysal, İstanbul 1992.
Fromm Erich; Sahip Olmak ya da Olmak, Arıtan Yayınevi İstanbul 1995. To Have or To Be? Harper and Row, New York 1976.
Gardner RA, Psychotherapy with Adolescents, Creative Therapeutics New Jersey 1988.
RSS Facebook Twitter ilicMedia