Bu yazıda Bukowski’nin neredeyse bedenden müteşekkil aşk anlayışından Yunus Emre’nin Allah aşkına, Peyami Sefa’nın edebi bir üslüpla aşkın psikolojisi’ne dair tahlillerinden endülüslü filosof İbn Hazm’ın aşk üzerine anlattıklarına kadar, edebiyat tarihinin büyük ustalarının aşk üzerine söylediklerini bulabilirsiniz. Edebi açıdan bakınca aşık genelde acı çeker, kavuşamaz bir türlü. Romeo ve Juliet kavuşamamanın nasıl aşkı daha da alevlendirdiğinin ve aşkın acı yönünün belki en güzel örneğidir. Cemil Sena ise aşk üstüne söylenenlere biraz da eleştirel bir bakış açısı getiriyor.
"Seni seviyorum" bazen seni cinsel bakımdan seni arzuluyorum anlamına gelir. Beni sevdiğini umarım, seni sevebileceğimi umarım, aramızda bir sevgi ilişkisi doğabilir, hatta senden nefret ediyorum anlamlarına dahi gelebilir. Benimkine karşılık senin hayranlığını istiyorum ya da bir tutku karşılığında sana aşkımı veriyorum, senin yanında kendimi rahat ve yuvamda hissetmek istiyorum, senin niteliklerinden bazılarına hayranım, tatmin etmeni istiyorum, senin beni korumanı istiyorum, seninle samimi olmak istiyorum, senin güzelliğinden yararlanmak istiyorum, ne olur beni olduğum gibi kabul et, kendimi senin yüzünden suçluyorum, senin aracılığınla insan ilişkilerinde yaptığım yanlışları düzeltmek istiyorum ve bunun gibi bazen bir alışveriş isteği, bazen bir güvenlik ve şevkat, anababa davranışı arayışı bazen de bir boyun eğme ifadesidir. Bütün bu manalarına karşı, daha gerçek bir aşkta karşılıklı duygu alışverişinin sorumluluğunu almak ve karşıdakini tam anlamıyla kabul etmek de söz konusu olabilir. (Aşkın Anatomisi: Krich A. Say Yayınevi İstanbul 1995’de “Üretici Sevgi; Phillip Q. Roche’nin J.A. Meerloo’un “Conversation and Communication”dan alıntı yaptığı şekilde”)
Fuzuli’nin “Aşk imiş her ne var ise alemde / İlim bir kıl ü kal imiş ancak” beytinde kainatın gerçekliğinin ilimle değil aşk ile anlaşılabileceği anlatılır. Aşk bir sezgidir. İlmin sınırının bittiği yerde sezgi başlar. Kainat aşk üstüne yaratılmıştır.
Aşk kimisi için Goethe’nin zavallı Werther’i için olduğu gibi çok acı bir tecrübedir. Werther nişanlı bir kadına aşık olur. Kadın evlendikten sonra da bu aşkı devam eder. Oldukça ümitsiz olan bu aşk onu uzun bir süre perişan eder. Sonunda çareyi ondan uzaklaşmakta bulur. Ama bunu da başaramaz. Döner gene onun yanında bulur kendini. Kadın, Werther’in kendisine aşık olduğunu bilir ama dostluk ve arkadaşlığını kaybetmemek adına onu hayatından uzaklaştırmak için çaba da sarfetmez. Werther çareyi ölümde bulur.
Eğer kendinizi Crano de Belgerac gibi hissediyor ve uzun burnunuzdan utanarak ilan-ı aşk edemiyorsanız bu sitede sizi cesaretlendirecek birçok şey bulabilirsiniz.
Yusuf ve Züleyha, Leyla ve Mecnun, Ferhad ile Şirin, Varaka ve Gülşah, Cemşid ile Hurşid, Vamık ve Azra, Süheyl ve Nevbahar, Emrah ile Selvihan, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre doğu edebiyatında aşkları dillere destan çiftlerdir.
Baybutlu Celali’nin gerdek gecesi karısına hitaben yazdığı güzellemede
Üç harf beş noktadan aldık hesabı
Seni bana yazmış ezel kitabı
Şimden geri kaldır yüzden nikabı
Hanemiz erkanı sen safa geldin
der. Buradaki üç harf beş nokta eski yazıda aşkın yazılışından esinlenerek aşk yerine söylenmiştir.
Aşk acı verir ama bu acıdan kurtulmaz aşık, kurtulmak istemez. Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’unda “Ya rab bela-yı aşk ile kıl aşina beni / Bir dem bela- yı aşktan etme cüda beni” dediği gibi der aşıklar. Mecnun’un uyuz bir köpeğe sarılıp öptüğünü görenler ne yaptığını sorarlar. Cevabı şu olur: “Bu köpek Leyla’nın köyünün köpeği”. Goethe’nin Werther’i “Sırf bugün onun yanına yaklaşmış bir kimsem olsun diye, oraya uşağımı gönderdim.” der ve geri dönen uşağını adeta sevdiği kadını görmüş gibi bağrına basar. Aşk derin izler bırakır insan yüreğinde, kimine göre kapanmaz yaralar açar. Bitse de gizliden gizliye bir yanımız sevmeye devam eder. Behçet Necatigil'in Gizli Sevda şiirinde olduğu gibi buruk bir şekilde:
Gizli Sevda
Hani bir sevgilin vardı
Yedi sekiz sene önce.
Dün yolda rastladım,
Sevindi beni görünce.
Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan burdan.
Evlenmiş çocukları olmuş,
Bir kız, bir oğlan.
Seni sordu.
Hiç değişmedi, dedim,
Bildiğin gibi..
Anlıyordu.
Mesutmuş, kocasını seviyormuş,
Kendilerininmiş evleri.
Bir suçlu gibi ezik,
Sana selâm söyledi.
Yarım kalmış bir sevdanın şiiridir bence bu şiir. Ne olmuşsa ayrılmıştır sevgili. Ama hiç bir şey değişmemiştir. Ve değişmeyecektir. Güzel olan hiç bir şey yok olmaz çünkü. Yürekte bir yaramıdır, zihinde bir kokumudur sevgilinin saçlarından geriye kalan bilmem. Bir suçlu gibi ezik. İçimi burkan bir eziklik. Bir şeylerin yarım kalmaması emek ister. Bir şeyleri göze almak gerekir.
"Aşka burun kıvırma sakın; o çöl ortasında yemyeşil bahçedir. O bahçeye layık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma" diyor milattan dokuz yüz yıl önce yaşamış bir filozof olan Xsentius. Ama öyle bir bahçedir ki yüzüne güller açar emek verince. Seni korkutabilir harcayacağını düşündüğün emekler. Hatalar yapabilirsin. Yanlışlar yapabiliriz. Ama yanlıştan bu kadar korkarsak doğru olanı nasıl buluruz ki?
Aşk ölesiye kıskanır kimi zaman. Atilla İlhan şiirinde aşık, karşılıksız sevdiği kadının aşık olduğu adam için hayırsızın biriydi der, öldüresi gelir: “ne vakit karşımda görsem öldüreceğimden korkardım, felâketim olurdu ağlardım”.
Aşk, korkuyla ümit arasında varlığını devam ettirebilir ancak. Ümidiniz gerçekten çok az ise onu yok etmeye bakın. Dünya’da bize biricikmiş gibi gelen o’nun kadar size uygun olan bin kişi daha vardır. Bir erkek veya kadın niye aşık olur? Niçin özellikle ona aşık olduğunu düşünme! Niçin aşık olduğumuzu düşün! Çünkü kendine bir sürü gerekçeler bulabilirsin o'nu neden sevdiğini gösteren. Eğer aşk bir ihtiyaçsa niçin bir başkasına aşık olmayasın. Bunu hafifmeşrep olasın diye söylemiyorum. Ama aşk kör etmesin gözlerini diye. Ovidius’un dediği gibi:
“İlkin: seç, sevmek istersen sevilmeye değeni.
Kuşan oklarını yeniden bir er gibi,
İkincileyin: sev sevince gönlünün çektiği,
Sözünü dinleyen güzel bir kızı.
Üçüncüleyin: uzun sürmeli elden geldiğince sevgi.”
Seçilebilir bence de sevilecek olan. Olgun aşk zamanla gelişir. Yıldırımın zıt kutuplar arasındaki elektirik akımı olduğunu unutma. Seni yıldırım gibi çarpan zıt kutbun olabilir. Sevilmeye değeni sevebilirsin. “Çok olmuş sever görüneyim derken sevenler, Sevgiye özenirken gönül verenler...”
Safa Peyami; Kadın-Aşk-Aile. Ötüken Neşriyat A.Ş. İstanbul 1990.
"Her insanın ferdi yapısına göre biribirinden farklı bir aşk anlayışı mı var?" sorusunu Peyami Sefa şöyle cevaplıyor: “Belki; fakat bence asıl ayrılık, her birine teker teker isim koymaktan yorulduğumuz birçok duyguların topuna birden aşk adını vermiş olmamızdan geliyor. Vakıa parlak madenlerin hepsi biribirlerine benzerler ve hep topraktan çıkmışlardır? Fakat hep altın değillerdir. Bunun gibi aşıkane ihtirasların hepsi biribirlerine benzerler ve hepsi cinsi iştiyaktan doğmuşlardır, fakat hepsi «aşk» olamazlar. Aşkın yalnız hayvani olduğunu söyleyen adam, altının maden olduğunda ısrar eden adam kadar haklıdır. Altın şüphesiz madendir ve aşk şüphesiz hayvanidir; fakat altının hassası maden olmaktan ibaret kalmadığı gibi, aşkın hassası da hayvani olmakla kalmaz. Kadın değil, yediğimiz yemekler bile yalnız hayvan tarafımıza cevap vermiyorlar. Eğer sofrada gayemiz yalnız karın doyurmaktan ibaret olsaydı, okkalık ekmeğin, hatta birkaç lüle pişmiş hamurun ne kabahati vardı? Bütün o salçalara, hardallara, yemeğin asli terkibini yapan birçok teferruata lüzum ne?... Doymak gibi tamamiyle biyolojik, hayati ve hayvani bir faliyetin içinde bile ruhun payı varken, aşklarımızı yalnız cinsi kaynaklarında aramak, eksikliği ve kabalığı biribirini aşan bozuk bir düşünüş olur. s.95”
“Fakirlik, çirkinlik, hastalık, evlilik, yahut ortada bir rakibin bulunması, üç bin sene evvel olduğu gibi bugün de aşkı doğuran engeller arasındadır. O kadar ki, aşkı tarif etmek için «Herhangi bir engele çarpan arzu» demek doğru olabilir. Eski zamanların en büyük engellerinden biri sevgililerin birbirlerini sık görmek imkanından mahrum olmalarıydı. Arzuyu yıprandıran temaslar azaldıkça ihtiras artıyor, sevgililer birbirlerinin reel taraflarını, kusurlarını ve zaaflarını göremez olunca her birisi ötekinin gözünde bir ideal sırrına bürünüyordu. Bu türlü aşklarda, sevgilinin vücudunda ve ruhunda kaba olan her taraf, sevenin gözlerindeki dumanla örtünür ve görünmez olur. s.93” “Aşkın mevzuu doğru değil güzeldir; ve güzel, daima insanın muhayyelesinden bir şeyler alır.... hayalin olmadığı yerde şiir değil, aşk değil, insan bile yoktur.”
“Aşkın doğması için sevgiliyi görmek, aşkın büyümesi için sevgiliyi görmemek lazımdır... Sevgilimiz olmadıkları halde kendilerine karşı sempati duyduğumuz insanlar pek çoktur. Şu var ki hayranlık ve sempati aşkın ilk tohumlarıdır. Bunlarla beraber arzunun doğması için ümide ihtiyacımız vardır. Bir aşk, sonunda ümitsizliğe düşebilir; fakat başlangıçta ümit etmeyen aşk yoktur. Demek aşkın doğması için en az üç şart bir araya gelmeli: Hoşlanma, ümit, arzu. Bu şartlar aşkın doğması için lazımdır, büyümesi için kafi değildir. Çok defa hoşlandığımız, bizi sevmesini ümit ve arzu ettiğimiz insanlara karşı alakamız, birkaç temastan sonra sönüvermiştir. Aşk, sevgiliden uzakta büyür. Bu kanun hiç şaşmaz: Aşkı besleyen, sevgilinin kendisi değil, daima hayalidir. Çünkü hayal hakikatten daima daha güzeldir.s.100” “Her aşk fanidir, geçicidir. Aşık, hakikatle temas ede ede, yarattığı hayal ile sevgilisi arasındaki farkları sezmeye başlayacaktır. Bu aşkın, «Sükutu hayal» yani ölüm devresidir... Her hayali aşkın - ki aşk denince de hep bu türlüsü kasdedilir- sonu bu hayal sükutudur. Fakat, Allah’a şükür, bu hayali aşkların çoğu hakiki sevgiye istihale ederler. Artık buna aşk denemez. Denirse ona klasik manasından başka bir mana verilmiş olur. Hakiki sevgi, dostlar arasında, kardeşler arasında, ana-evlat, karı-koca arsında yerleşen devamlı, ölümsüz, alev gibi parlayıp sönmeyen, az değişiklik ve daha sabit, ılık bir ruh iklimi içinde sürüp giden alakadır. Bu sevgi ölmez, çünkü muhayyilenin yarattığı mükemmel bir hayale değil, bütün kusurları ve meziyetleriyle hakikate bağlıdır; Bu sevgide sevilen şey, eksiklerini muhayyilesinin doldurduğu ideal bir gölge değil, kusurlarını müsamahalı ve filozof bir kalbin affettiği, kabul ettiği insanın ta kendisidir. Bu sevgide hayal yoktur ki sükutu hayal olsun; daha doğrusu hayal, hakikatten ürküp kaçmayacak bir itidal derecesi içinde vardır. s.101”
Yalnızız romanında Samim, Meral’e aşıktır. Meral de Samim’in zekasına, dehasına ve hayal dünyasında yarattığı ülkeye Simeranya’ya hayrandır ama içinde bir türlü dindiremediği bir Paris aşkıyla yanıp tutuşmaktadır. Simeranya’da her sorun çözülmüştür ama aşk? “Simeranya'da aşkın tam psikografisini elde eden bir alet keşfedilmiş olsun mu? Yüz elli yıl sonra bile böyle bir şeyin mümkün olabileceğini ummuyorum.” diyerek ifade eder duygularını. İnsanın özünde yalnız olduğunu söyletir kahramanına. Öyleyse niçin bağlanmak ister insan?
“Çünkü hem tekiz, hem de başka insanlarla beraberiz. Tek kalmak isterken başkasına doğru kendimizi de atmak istiyoruz. Tekliğimizle topluluğumuz arasındaki bu çatışmada, menfaatli veya menfaatsiz gizliliklerimiz benimizi sevgilide yutulmaktan kurtaran bir müdafadır. Kendimizi sırlarımızın kalesi içinde koruyor, fakat orada yalnızlıktan bunalınca yine öteki ruhun kuyusu içine atıyoruz.”
“Kadının aşk ahlakı bazen aşk dışında ahlak tanımaz.” diye düşünür Samim ve yanlış yolda gittiğine inandığı Meral’e anlatır anlatır: “Sevgilinin hayaline onun realitesinden daha büyük düşman olmadığını bilirsin, değil mi Meral? Çünkü en büyük rakip odur. Bu hakikati kendine mesele yap ve deş. Göreceksin ki, Meral, sevgilinin hayali sandığımız şey, onun bütününden tecrit edilmiş bir realite parçasıdır.”
İbn Hazm, Çev. Mahmut Kanık; Güvercin Gerdanlığı: Sevgiye ve Sevenlere Dair, İnsan Yayınları İstanbul 1995
Endülüs, Kurtuba’da 10 ve 11. yy’da yaşamış olan şair, düşünür, ilahiyatçı, tarihçi, hukukçu, ahlakçı, hadisçi ve polemikçidir (s.74). İbn Hazm’ın bu eseri İngilizce, Almanca, İtalyanca, Rusça, Fransızca, Japonca, Felemenkçe ve Kazakça’ya çevrilmiştir.
"Kuşkusuz en ufak engeller dahi en ateşli gayreti soğutmaya, dostluk bağına senin kadar sıkı bağlanmayan insanların belleklerindeki anıları silmeye yeterlidir." (s.80) diyerek gerçek dostluğun ancak zorluklara rağmen devam edebileceğini söylüyor.
“Benim düşünceme göre aşk, ruhların çeşitli yaratıklar arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesidir. Bu birleşme onların en yüksek temel ögelerinde meydana gelir... Her şekil kesinlikle kendine uygun olan şekli çağırır; onu arar, bulur. Herşey misli mislinedir... Aramızda karşıtların birbirini ittiğini benzerlerin birbirlerini çektiğini, hemcinslerin birbiriyle uyum sağladığını bilmeyen yoktur. Niçin aynı durumlar ruhlar için sözkonusu olmasın?... Yüce Allah şöyle diyor ‘Sizi bir candan, Adem’den yaratan, bundan da gönlü kendisine yatıp ısınsın diye eşini yapan O’dur. Allah’tır (Kur’an 7/189)’ Demek oluyor ki, Allah Adem’in eşinde bulacağı ısınmanın nedenini Havva’nın kendisinden bir parça bulmasında kılmıştır.” Eğer aşkın nedeni bedenin biçimsel güzelliği olsaydı, daha az güzel olandan birşeyler geri tepilmiş olurdu kesinlikle. Öyleyse şu sonuca varıyoruz: Pek çok kimse iç güzelliğe sahip şeyleri ya da varlıkları yeğliyorlar; çünkü ötekilerden bunların üstün olduğunu ve gönlün bulardan hiç yüz çevirmeyeceğini biliyorlar. Öte yandan, eğer aşkın nedeni huyların ahenkliliğinde olmuş olsaydı, hiç kimse kendisine hoş görünmenin yollarını aramayan ve kendisiyle uyuşmayan kimseleri sevmezdi. Buradan şu sonuca varıyoruz: Aşk bizzat ruhta oluşan bir şeydir. Kimi zaman olur ki gerçekten aşkın nedeni dışarıdan bir neden olur. Ama o zaman nedeni yitince, aşk da yiter ve biter. Öyleyse siz herhangi bir nedenden dolayı seviliyorsanız, bu neden ortadan yok olunca, sizden kolaylıkla yüz çevrilecek ve artık sevilmeyeceksiniz.” diyor ve şu dizeleri yazıyor “ Bir şeyin nedeninin değişik başka birşeyde olduğunu anladığımızda, onun varoluş nedeninin yittiğini görür görmez o şey yokolacaktır.” (s.86)
“En yüksek nitelikteki aşk yüce Allah’ta sevişenlerinkidir... Bütün bu sevgi türlerinin nedenleri yok olunca kendileri de yok olur. Nedenleri artınca sevgiler de artar; nedenler küçülünce sevgiler de küçülür; nedenler yaklaştıkça sevgiler de sığlaşır ve yoğunlaşır... Ruhu kucaklayan gerçek sevgi bu kuralın dışındadır kuşkusuz. Bu tür bir sevgi ancak ölümle sona erebilir.” (s.88) Yaşlı bir adama anıları anımsatıldığında geçmişteki tatlı heyecanları ve yürek atışlarının yeniden hızlanmasını gerçek aşka örnek veriyor. Gönül meşguliyeti, akıl karışıklıkları, kuşkular, vesveseler, mizaç ve doğal niteliklerin değişikliği, zayıflama, iç çekmeler ve ruh bunalımlarının öteki belirtilerinin sevgi türlerinin hiç birinde gerçek aşkta olduğu kadar açığa çıkmadığını söylüyor.
“Kendisini seveni sevmeyen kimsenin ruhu her yandan, kendisini gizleyen olaylarla etkisini sıfıra indirecek perdelerle öylesine kuşatılmış, çevrilmiştir ki, kendisiyle birleşmeye çağılan parçanın varlığının bilincine bile varamaz.” (s.89)
“Eğer aralarında doğal nitelikler bakımından bir uyuşma ya da benzeşme yoksa birbirini seven iki kişi gksteremezsiniz...Benzeşmeler ne kadar çoksa birleşme o kadar büyük, sevgi o kadar sağlam olur.... Bunu Allah’ın elçisinin şu sözü de gereğince açıklığa kavuşturuyor: ‘Ruhlar askare alınmış bir ordudur. Orduyu oluşturan erler birbiriyle tanışıyorlarsa aralarında iyi geçim olur; birbiriyle hiç tanışmıyorlarsa aralarında geçimsizlik ve uyuşmazlık sürer’... İşte bu yüzden Hipokrat, sevdiği bir insan hakkında bir yığın kusur ve eksiklikler duyduğunda hiç kuşkuya kapılmadı. Bunu kendisine anlatana şöyle cevap verdi: ‘Eğer o beni seviyorsa, ben de ona birçok huylarımla benzemeliyim’ (s.90)”
En ileri aşamadaki sevgilin Allah’ta ve Allah için olan, dünya için veya dünyevi bir arzu için olmayan sevgi olduğunu ileri sürmüştür İbn-i Hazm. Bunu sırasıyla sadakat ve ülfet, en son nefislerin kavuşmasından başka bir nedeni olmayan aşk türleri gelir sırasıyla. s.67
“Bil ki, kadınların kendilerine gönül verenlerin izini sürme yetileri, gece karanlığında bile kolayca iz sürebilen iz sürücülerin yetilerinden daha keskindir. Bu konuda hiç şaşmazlar, hiç yanılmazlar.s.244” “Kuşkusuz hayranların gözünde hayranlık duyulanın güzelliği kat kat artar.s.45” “Her ayrılıkta tüm umutlar yitirilmez. Öyleyse umutsuzluğa düşmekte o kadar acele etme. İnsan ölmedikçe tümden ortadan kaybolmaz. Ama ölen için umutsuzluk iyice kesindir.s. 46”
Nu’m adındaki sevgilisi İbn Hazm 20 yaşındayken ölür ve onun sevgisinin ne kadar büyük olduğunu şöyle anlatır. “Onu hiç unutamadım. Onun dışında başka biriyle o denli içli dışlı olamadım asla. Ona karşı duyduğum sevgi, önceki sevgilerimin tümünü silip süpürmüş, ondan sonrakileri de haram etmiştir.s.47”
“Hemen hemen hiç değişmeksizin çoğu kez aşkın dış güzelliğe bağlanmasını sağlayan neden, ruhun kendisinin güzel olmasıdır bizzat... Güzel birşey gördüğünde hemencecik ona bağlanır; biçimin ötesinde, kendisiyle uyuşan bir çizgi ayrımsarsa, işte o zaman birleşme meydana gelir. Gerçek aşk da budur zaten. Şayet, görünenin ötesinde kendisiyle uyuşabilen en ufak bir nitelik göremezse, sevgisi bu dış biçimden daha ileriye geçmez. Sadece bedensel bir arzu olarak kalır.”s.91.
“Çok sevgili dostum, aşk göz açtırmayan bir derttir. Bu derdin ilacı acısyla oranlı olmalıdır. Bu öyle bir hastalıktır ki, hasta zevk alır. Öyle bir acıdır ki dert sahibi arzu eder. Bu derde kim uğrarsa artık iyileşmek istemez. Acı çeken ise, bu acıdan kurtulmayı dilemez.”s.93. Divan şairinin de dediği gibi “Aşk derdinden hoşem el çek ilacımdan tabib, Kılma derman kim helakim zehri dermanımdadır.
İbn Hazm’a göre aşkın belirtileri şöyledir: “İlkin sevgiliyi derinden derine seyre dalmaktır...Yine, bir insan, ancak sevdiği nesneden başkasına söyleyemeyecek şeylere sahip olduğunda onun aşık olduğunu anlarız. Başkalarıyla konuşsa bile, dışardan onu gözlemleyen kimseler, onun yapmacık hareketlerde bulunduğunu kolaylıkla sezerler... bütünüyle saçma sapan şeyler konuşsa, yalan bile söylese ona hak vermek, haksız olduğu anlarda dahi onu doğrulamak... Sevgilinin bulunduğu yere gitmekte ivedilik etmek, onun yanı oturmanın yollarını aramak ve ona yakın olmaya çalışmak... sevgiliden ayrılmayı gerektirecek her türden ciddi durumu hiç hesaba katmamak... sevginin belirtilerindendir....Böylelikle nice cimriler cömert, nice kaba insanlar kibar ve ince, nice bilgisizler bilgili ve kültürlü, nice korkaklar cesur ve şecaatlı, nice nahoşlar nazik, nice düşük kimseler güzel oldular. Nice yaşlılar gençleştiler; nice zahidler işi sefihliğe vurdular. Yine aynı yolla nice akıllı kişler bir sürü skandallar çıkardılar...
Aşkın belirtileri arasında birbiriyle çelişkili olanları da vardır...Yine görüyoruz ki sevgililer, birbirlerini denk bir sevgi ile sevdiklerinde ve aşkları geçekten biüyük bir aşka dönüştüğünde önemsiz nedenlerden dolayı birbirlerinden kaçıyor, konuşmalarında bilerek ve isteyerek zıtlaşıyorlar, kendi aralarında en ufak şeyler için dahi sataşkan ve saldırgan oluyorlar... Bütün bunlar gerçekte, birinin öteki hakkında neler düşündüğünü öğrenmeye çalışmanın yollarıdır. Ama gerçek kaçınma ile geçimsizlikten doğan karşıtlık ve sevgililer arasındaki tartışmalardan dolayı ortaya çıkan dayanılmaz durumlar ile bu davranış arasından bir ya da birkaç bakımdan fark vardır: Bu fark barışmanın ivediliğinde bulunmaktadır... kısa zaman sonra dünyada en iyi arkadaş oluverirler.”s.94.
İlk bakışta aşk ile ilgili şöyle söylüyor İbn Hazm “Ani bir bakışla tutuşup, beklenmedik bir göz işaretiyle yanıp tütmek, kıt sabırlılığın kanıtıdır; onu unutmakta çok gecikmeyeceğinin habercisi, sevgide kararsızlığın ve oynaklığın belirtisisdir. Büyüme, gelişme ne kadar hızlı ise yok oluş, bitiş de o kadar çabuk olur. Birşey ne kadar yavaş ortaya çıkarsa, tükenip bitmesi de o denli yavaş olur. Durum hemen her zaman, her alanda böyledir.”s.112.
“Öyle kişiler vardır ki sevgileri ancak uzun konuşmalar, sık sık görüşmeler ve zamanla elde edilen sıcak ilgiden sonra gerçekleşir. İşte bu tür sevgiler varolma, sürüp gitme ve uzun gecelere dayanabilme şansına sahiptir: Zorlukla elde edilen şey kolayca elden çıkmaz. ‘Anladım ki aşk, güzellerin al yanağına göz takılıp kaldığında elde edilen hazla başlıyor. Oysa sen, demir parmaklıklar arasına düştüğün halde, kendini mutlu, aklını özgür sanıyorsun. Suyu görüp aldanan, sonra kayarak dalgaların ortasında boğulup giden birine benziyorsun tıpkı.’ Sade bir bakış üzerine aşık olduğunu iddia eden hergangi birini işittiğim zaman, benim için bir şaşkınlık konusu olmuyor bu. Ona kolay kolay inanamıyorum. Aşkı bedensel arzularla karıştırdığını sanıyorum.”s.113. Böyle bir aşkın üstünlüğünü söylemesine rağmen İbn-i Hazm kendisinin hayatı boyunca hep güzel kadınlara aşık olduğunu Güvercin Gerdanlığı'ndan anlıyoruz.
Bu şekilde yavaş gelişen aşkın daha önce söylediği ‘ruhların asıl kendi yüce alemlerinde birleşmesidir’ şeklindeki düşünceyle çelişmediğini şöyle açıklıyor İbn Hazm: “...bu fani alemde ruh birtakım örtülerle kaplı, arazlarla sarılmış ve yeryüzüne ait doğal içgüdülerle kuşatılmıştır. Bütün bunlar ruhun pek çok niteliğini gizler ve yukarıda sözü edilen zor birliği sağlamaksızın, bu durumlar ruhu köstekler ve ayakbağı olurlar. Ancak bu düşüncenin gerçekleşmesini, ruhun oraya uygun ve elverişli bir duruma gelip hazır olduğunda ve kendisine sevilecek nesne ya da kişideki ortak özelliklerle kendisinin gizli yanlarının ortaya çıkmasından, kendisine uyan ve benzeyen yönlerin tanıtılmasından sonra umut edebiliriz. İşte o zaman, hiç engelsiz gerçek birliktelik sağlanmış olacaktır.”
Bazılarının bizi çekmesi diğerlerinin çekmemesini kendisinden örnekler vererek açıklıyor: “Küçükken sarışın bir kızı sevmiştim. Ta o zamandan beri esmerlerden hoşlanmam, esmer güzeli ya da gün benizli olsa bile. Anladım ki o zamandan beri bu beğeni benim ta içime işlemiş, huyuma geçmiş. Gözüm, gönlüm başka hiçbir şey görmüyor. Ancak bundan hoşlanıyor.” s.118
Yakınlığın kadın ve erkek arasındaki çekimi kuvvetlendirdiğini şöyle anlatıyor: “ ...birliktelik ne denli uzun olursa, bağlılık da o denli sağlam olur. Kişisel olarak kendim için söyleyeyim, kavuşma suyunu içtim, ama bu susuzluğunu artırmaktan başka bir işe yaramadı... Sevdiğim kişileri elde etmede, hiçbir insan tekinin ulaşamayacağı noktalara ulaştım; böyle olmakla birlikte gene de daha fazlasını istiyordum durmadan... Anladım ki, ne denli yaklaşırsam o denli aşk ateşim alevleniyor, sevgi çakmağı yüreğimdeki aşk ateşini tutuşturyordu.”s.168.
Kavgasız gürültüsüz günleri geçmeyen bir çiftten bahsederken birbirlerinin aşklarından emin olmalarını buna sebep olduğunu söylüyor. s.170
Bayraktar M; Yunus Emre ve Aşk Felsefesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Ankara 1994.
“Aşk veya Yunus’un kullandığı şekliyle ışk, tanımlanamayan bir sözcük olarak karşımıza çıkmaktadır. Yunus’un bütün felsefesini özetleyen bu anahtar sözcüğün tek bir cümleyle veya cümleciklerle tanımı imkansızdır. Zira Yunus’a göre, aşk herşeydir: Tanrı aşktır; yaratılış aşktır; doğa veya doğa olayları aşktır; insan aşktır; insanın bütün duyguları aşktır; din ve iman aşktır; küfür ve isyan aşktır; yaşam ve ölüm aşktır; cennet ve cehennem aşktır; yokluk ve varlık aşktır. Kısacası her şeyin özü aşktır ve her şey aşkın eseridir.
Işk, hiç bir nesneye mesel bağlasam olmaz
Dünyede ahiretde ne dutısar ışk yirin
...Yunus’a göre aşk tanımlanan değil, tanımlayandır, anlam değil, anlamlandırandır. Aşk, asıl ve öz olması nedeniyle varlık ve duygu planında var olan her şeye, “şey” olma anlamını kazandırmaktadır....herşey olmakla aşk, Yunus’a göre ontolojik planda prensip ve öz oluyor; yani aşk, başka bir deyişle varlığın niteliği (mahiyetidir)... Yunus’ta aşk, hem yaşanan duygusal, yani varoluşsal (egzistansiyel) gerçekliği hem de varlıksal, yani ontolojik gerçekliği olan bir kavramdır. İşte bu nedenle Yunus Emre, aşk sözcüğü yerine ışk sözcüğünü tercih etmiştr. Çünkü ışk anlamca aşk sözcüğünden daha geniş kapsamlıdır... Aşk, daha çok duygusal ve profan (cismani, adi, bayağı) bir sevgiyi ve muhabbeti ifade ettiği halde, ışk ulvi ve manevi sevgiyi ifade eder.”
Capulet’lerin kızı Juliet ile Montague ailesinin oğlu Romeo’nun aşkından alınacak çok dersler var. Romeo Juliet’le karşılaştığı o davet gecesine dek bir başkasına aşıktır. O gece Juliet’e bir bakışta onu ölüme götürecek tutkuyla aşık olur. O kadar ki aynı gece papaza giderek kendilerini evlendirmelerini ister. Papaz’ın cevabı çok manalıdır. “Demek ki siz gençlerin aşkları kalplerinizde değil, gözlerinizde saklı.”
Balkonda Romeo’nun dinlediğini farketmeyen Juliet kendi kendine aşkını mırıldanır. “Ulusal ve göreneğe uyarak erkeğin çabucak kaleyi fethediebileceğini ummaması için, tedbirli leydilerin yaptıkları gibi, aşığını bir müddet alargada tutmak, kaşlarını çatıp somurtarak kaprisli tavırlar almak, başlangıçta erkeğin avansların red cevabı vermeğe kararlıymış gibi tavırlar takınmak veya safdillik, masumluk, cinsiyet oyunlarından habersizlik numaralarına başvurmak, bin türlü zorluklar, engeller icat ederek değerini yüksek göstermek gibi kur müddetini uzatıcı manevraların cahili değildi ama, o kalbinin hakiki isteklerine zıt bu gibi yapmacıklardan o kadar uzaktı ki!”
Romeo, eski aşkı Rosaline kendisini sevmediği halde onu sevdiğinden dolayı kendisini azarlar.
Bukowski Charles; Çev. Mukaddes İlgün, Kadınlar. 3. Basım. Arıon Yayınevi, İstanbul 1994.
“Buna rağmen kadınlar -iyi kadınlar- beni korkuttu çünkü onlar ruhunuzu ele geçirmek isterler sonunda, peki o zaman ne kalırdı benden geriye korumak isteyeceğim? Açıkçası fahişeleri, düşmüş kadınları arzu ettim, çünkü ölüdür onlar ve serttitler, sizden hiçbirşey beklemezler. Çekip gittikleri zaman hiçbirşey kaybetmezsiniz. Öte yandan büyün bunaltıcı bedellerine rağmen yumuşak, iyi kadınlara da hasret çektim. İki türlü de kaybettim. Güçlü bir adam her ikisinden de vazgeçerdi. Ben güçlü değildim. Böylece kadınlarla, kadın düşüncesiyle uğraştım durdum”
Cousin, aşkı, düşünmeli (müteemmil) ve kendiliğinden (spontané) olmak üzere iki sınıfa ayırmış, birincinin bencilikle fedakârlığı, ikincinin ise, mutluluk ve bilgisizliğin katıksız yüceliğini temsil ettiğini ileri sürmüş, sanatla bu ikinci aşk arasında bir ilgi görmüştü. E. David ise, Eflatun’un Timaios adlı diyaloğunda belirttiği gibi, sanatı, maddî güzellik vasıtasıyle tinsel güzelliğin ifade gayreti saymış ve aşk duygusunu uyandıran maddi güzellikleri, sanat güzelliği ile özdeş saymıştı. Goethe, aşkı, kimyasal cisimlerin kaynaşmalarıyle karşılaştırmış, diğer bazıları da aşkta manyetik bir etki görmek istemişler ve bu hali, sanata karşı duyduğumuz sempatiye dayanarak estetik güzeli aşka indirgemişlerdir. Voltaire, Nietzsche, Stenndhal... gibiler de aşkla güzel ve güzelle aşk arasında derin ilişkilerin bulunduğunu savunmuşlardır. Başta Voltaire, aşkın türlerini ayırmış, bunda dostluğun, saygının ve takdirin rolünü göstermiştir. Nitekim çağımızda Th. Ribot da, her aşkın bilinçsiz olarak bir ülkü aramaktan ibaret olduğunu, bununla sanatın pek açık ilgileri bulunduğunu savunmuştur.
Darwin, güzelliğin üretimsel ayrıklamanın (selection sexuelle) ürünü olduğunu, bunun da aşksız meydana gelemeyeceğini savunmuştu. Ona göre erkekler, kendilerini dişilere beğendirmek, onlar tarafından seçilmek isteğinin baskısı altındadırlar ve toplumda üstünlük, dişilerin takdir ve hayranlığını kazanmış olanlarındır. Bu itibarla aşkı uyandırma isteğinden güzellik ve güzelleşme, bundan da sanat doğmuştur. Çiftleşme dönemlerinde hayvanların daha sanatçı gibi görünmelerini, Darwin, üreme içgüdüsüne bağlamıştır. Bu dönemde hayvanlar, yuvalarını yapar, öter, şakır, hoplar, zıplar, mimiklerini değiştirir, karşı cinsin ilgisini çekmek için gereken hareketlerin hiç birini ihmal etmezler. İlkel insanlarda da, erkekler, kadınlardan daha fazla süslenirler, bedenlerine dövmeler yapar, başlarına tüyler takar, bilezik, küpe, gerdanlık kullanırlar. Bütün bunlar, kadınların dikkat ve sempatisini kazanmak içindir. Bunu bir toplumbilimci olarak daha yakından incelemiş olan Humboldt, süsleyici (decoratif) sanatların yardımıyle örnek bir güzellik sağlamayı başarmış olanların klan ya da boy (kabile) içinde cinsel bir imtiyaz kazanmış olduğunu görmüştür. Cabaniş de, «İnsan cinsel içgüdüye malik olmasaydı, şiir ve ahlâkın önemli bir kısmı vücuda gelemezdi» der. Biz burada, bu teoriye, Ch. Lalo ve diğer bilginlerin yapmış oldukları itirazları tartışacak değiliz. Bu teoride gerçeğin hepsi değil, bir kısmı varsayılabilir; yani bu teori, sanatın kaynağını değilse de, evrim ve çeşitlenmesinde cinsel duyguların da önemi olabileceğini düşündürebilir. Nitekim çağımızda S. Freud ve ona bağlı olanlar, sanatı, sosyal sansüre rağmen beliren üreme içgüdüsünün bir kompleksinden ibaret saymışlar ve sosyal- tinsel sansürün bilinçaltına attığı için açığa vurulamayan, bu yüzden de içimize atmış olduğumuz (refoulé) bu isteklerin başında şehveti (libido) görmüşlerdir. Freud, bilinç eşiği altında dört sapma (derivation) görür ki, bunlardan dördüncüsü, güzelle cinsel aşk arasındaki ilişkiyi açıklamakta kendine desteklik eder: 1. Yanılma edimi (acta manqué) veya dalgınlarda gürülen boş bulunmadır (lapsus distrait); 2. Uyuyanların rüyaları; 3. Nevrozların hezeyanları (sayıklamalar); 4. Sanatçıların eseri veya amatörlerin hülyaları ki, dinlerin mitleri bundan çıkar. Freud’a göre, her sanat eseri, bir itiraftır.
RSS Facebook Twitter ilicMedia